22 Haziran 2020 Pazartesi

AŞKA DAİR

Bir zamanlar sende gördüklerimi başkaları görmüyor diye severken seni,
Şimdi sende gördüklerimi başkaları göremiyor diye onlara kızarken buluyorum kendimi.
Sonra gülüyorum bu gel -gitlerime
Tamamlanmamış hallerime
Tamamlanır elbet bir gün
Yeni cephelerini göstere göstere.
Bittiği yerde sözlerin ve düşüncelerin
Huzura erdiği yerde gönüllerin
Son bulur bu debelenme
Ve işte asıl orada başlar
Aşkın yalın hali.

18 Haziran 2020 

16 Nisan 2016 Cumartesi

ANLADIM ARTIK

Anlatamam derdumi da
Denizun dalgasina
Alup göturdi yâri da
Bakmadi arkasina
Gözlerumdeki yaşi da mendil kurutamadi
Bu nasil sevda idi da yürek unutamadi
Duman dağdan yukari da
Yarini mi ariyor
Ben yâri saramadum da
Duman daği sariyor
Gözlerumdeki yaşi da mendil kurutamadi
Bu nasil sevda idi da yürek unutamadi

Selçuk Balcı

Anlatamıyor insan bazen derdini denizin dalgasına bile. Akıl unuttum dese de yürek unutamıyor. Yaşlar bazen gözden değil de gönülden akıyor, kimse görmüyor, kimse bilmiyor… Kırık gönüller  değil midir zaten en çok Yaradan’ a yakın olan ! Kırık gönüller kandıramıyor kendini, ne varsa gerçek!
Gafil avlandım bugün. Bir şarkı, bu şarkı yerle yeksan etti beni. Kendime sözden, düşünceden ve kararlardan ördüğüm o duvar arkasında ne kadar savunmasızmışım meğer! İşte bir şarkının nağmesi, sözleri hunharca deldi geçti o duvarı, uçuştu bir süre havada ve geldi gönlüme kondu, konmakla da kalmadı adeta  gönlüme işledi!.
Gönüle karşı ne kadar tez, savunma geliştirsen de beyhude imiş ! O biliyor ve inkar etmiyor !
Ah gurur ! Ah bu benim gururum ! Seninle mi terbiye olacağım hep? Her kabullendim deyişimin ardından sinsice sen mi çıkacak mısın böyle? Bir çiçeğin, bir denizin, bir şiirin, bir  şarkının arkasından  çıkıp "inkar etme" mi diyeceksin bana ?
Anladım artık,  “demekle” olmuyor. Bıraktım kendimi. Kendimi “kendimden” azad ediyorum .
Kendimi aklımdan azad ediyorum. Kılavuzum gönlüm bundan sonra, kalbim değil. Çünkü kalbimde hala nefs var,  gönlümse  ruhum benim . Hem o öyle bir kılavuz ki “ben” demiyor “biliyorum” demiyor “ben biliyorum” hiç demiyor. İnkar etmiyor o, kabul ediyor. İşte bir sabah ansızın gelen bu duygu seli ile savaşmıyor, ona direnmiyor, onu seviyor ve kabulleniyor. Gelene  sen de bensin, bendensin diyor, ondan öğreniyor, geldiği gibi alıyor, inkar etmiyor, didişmiyor ve savaşmıyor.
Çünkü gönlüm kendisine karşı dürüst, o biliyor dürüstlüğün aslında nerede başladığını. Kabullenmekle başlıyor dürüstlük en çok da aciz olduğunu kabullenmekle. Olmayan bazı şeylerin yaptıklarımla/yapmadıklarımla/yapamadıklarımla ilgili olmadığını kabullenmekle. Daha üst bir iradenin, bir kaderin var olduğunu kabullenmekle başlıyor. Belki mükemmel olmadığını, olamayacağını kabullenmekle başlıyor. Sadece bir beşerim demekle başlıyor .
Kabullenmenin hallerini yaşıyorum. Her gün anlıyorum, bazen daha çok anlıyorum bazen anlamazlıktan geliyorum. Anlamakla da bitmiyor. “Ama neden – neden ben “diyen bir ses yükseliyor içimden. Gönlüm bir anne gibi hiç bıkmadan anlatıyor “aslında  öğrendiğimi”. Tamam diyorum, anladım diyorum ertesi gün ya da iki gün sonra aynı  feryat tekrar yükseliyor içimden.Kulaklarımı tıkıyorum, bazen de duymamak için o sesi “aaeeğööööaaaeeeuuu” diye bağırıyorum ama nafile! Sonra yalancı  bir “anladım, affettim, öfkeli değilim “ devresi geliyor, neredeyse “erdim” diyebileceğim bir sukut devresi, lakin sahte ! Akabinde olan en ufak bir şey başa döndürüyor beni.
Anladım bu yol uzun ve çetin, benim düşündüğümden çok daha çetin ama güzel bir yol. Beni  nafile benlerden sıyırıyor “kendime çarptıra çarptıra” törpülüyor , tıpkı dalgaların taşları düzleştirdiği gibi ince ince işliyor.
Belki anlatamadım derdimi denizin dalgasına ama anladım artık, ”demekle” olmuyor. Bıraktım kendimi. Kendimi “kendimden” azad ediyorum.










27 Ekim 2013 Pazar

Yesilçam Mürebbiyeleri - Holywood Mürebbiyeleri...


                        

Geçenlerde  "mürebbiye" temalı bir Türk filmine rastgeldim. Film, anneleri ölen 7 çocuğuna doğru dürüst bir mürebbiye bulmaya çalışan, acılı, otoriter, yakışıklı, orta yaşlı ve kanımca andropozlu baba Ediz Hun ile ( ki kendisinin bu  çocukları beste yapmak amacıyla biraraya getirdiğine inanıyorum)  duygusallıktan çatlayacak kadar duygusal, gururdan ölecek kadar gururlu, bir o kadar da mağrur, aynı zamanda sayıları do' dan si' ye uzanan bu 7 çocuğu hizaya getirecek kadar becerikli, şefkatli, bunlar yetmezmiş gibi bir de güzel mi güzel  mürebbiye  Hülya Koçyiğit arasındaki aşkı anlatıyor. 

Filmin orjinalinin adı "Sound of Music " , Türkçe'ye "Neşeli Günler" olarak çevrilmiş.

Yerli uyarlamasının adı "Sen Bir Meleksin "

Filmi seyrettikten sonra Jane Eyre'yi yadetmeden geçemedim. Jane Eyre  iyi bir ailenin kızı olmasına rağmen üvey annesi tarafından dışlanmış, yatılı okullarda okumuş, hiç de el bebek gül bebek yetişmemiş, yeri gelmiş okulda öğretmenlerinden dayak da yemiş bir mürebbiye. Buna rağmen evinde calıştığı yakışıklı patronuyla bir entel dantel muhabbetleri var, böyle bir ingilizce laf sokmalar falan birbirlerine, Allah seni inandırsın sevgili okur, bizim de bir parça İngilizcemiz var ama anlamak ne mümkün! Vallahi Türkçe olarak da seyrettim ama bu entelektüel (!) sohbetten hiç bir şey anlamadım! Zaten İngilizler'in bu sözde nezaket dolu, imalı ve dolaylı anlatımlarına ezelden beri gıcığım, kardeşim patron adamsın ne söyleyeceksen doğrudan söyle, dağlardan tepelerden dolaşmaya ne hacet!  Neyse bizim yerli  filmde de ayrı bir tören var;  yakışıklı patron  bir laf etmeye görsün, mürebbiyemiz Hülya'da bir tuhaf haller, bir koşmalar falan, kardeşim kadınla iki çift laf edemiyorsun, mütemadiyen mağrur bir ifadeyle  sağa sola koşuyor;  Hülyaaa  diyecek oluyorsun, aaaa bakıyorsun kadrajdan çıkmış, gururlu gururlu. Sözde eskiden  bestekar olan patronunu tekrar beste yapması için motive etmeye çalışıyor  ama  hep ağlamaklı Nasıl olacak bu işler diye düşünüyor insan.

                                

Oysa Jane Eyre ağlamadan, sızlamadan, kadrajdan çıkmadan, gururundan taviz vermeden, üstelik bir de  patrona nezaketle laf sokarak işini gayet güzel yapabiliyor.

Biz Jane Eyre'yi yadederken Suzan Avcı kıvamında fettan bir sarışın Ediz Hun'a fena halde kancayı takıyor. Genç, güzel, romantik, şefkatli mürebbiyeyi kendisine bir numaralı rakip olarak görüyor, olur olmadık yerlerde kızcağıza laf sokup sıkıştırıyor , ikide bir ekolu ekolu 'fakir, fakir, fakirsin sen nihohahah ' diye bağırıyor. Elin mürebbiyesi entellektüel düzeyde patronuna laf sokarken  bizimki köşelerde eko yapan 'Fakirrr' sesi eşliğinde ağlayıp amaçsızca sağa sola koşuyor. Ağlamayı bırak bir de kadına gidiyorum ben al Ediz'i tepe tepe kullan senin olsun gibisinden  romantik ve gururlu söylemlerde bulunuyor - ki - biz bunu kısaca "GAKT" yani "Gururlu Aşık Kadın Tribi" diye adlandırıyoruz . Zaten Türk filmleri ve bu " GAKT" sendromu yedi bitirdi bir jenerasyonun ömrünü ! Öğrene öğrene ilişkilerde GAK olmayı öğrendik. Elde ne var : Gurur . Aşk nerede ? Dağa kaçtı. 

Dağ nerede ? Yandı bitti kül oldu !!!




                          
                          

Bu eziyet burada da bitmiyor değerli okuyucu ! Bir çok entrikalar ve bir çok açıdan gelen ekolu 'Fakirrr' sesleriyle egosu paralanmış genç mürebbiyemiz evden kaçarak soluğu yetiştiği yatılı okulda alıyor. Çocuklar ise mürebbiyeleri geri gelsin diye okul kapısında yağmur çamur dinlemeden, alarmı takılmış saatler gibi babalarının bestesi olan 'Hülya Abla bir meleksin' adında saçma sapan bir şarkı söylüyorlar. Yağmur ve bu saçma şarkı etkili oluyor ve mürebbiye eve dönüyor. Mürebbiyenin eve dönmesi fettan sarışını çok kızdırıyor ve Ediz'i  terketme kararı alıyor. Evin emektar çalışanlarının bu sarışın fettanlara gıcığı olduğundan kadının valizini dahi çoktan hazırlamış falan oluyorlar. Neyse bu filmdeki şanslıydı, bir başka filmde fettan kadın evden su sıkılıp ıslatılmak suretiyle gönderilmişti. Bu arada Jane Eyre ise  patronunun aklını yitimiş gizemli karısının  evi yakmaya calışmasını engelliyor ve tabi evdeki sırlara vakıf olarak çareyi evi ve aşık olduğu patronunu terketmekte buluyor. Yağmurda kapısına sığındığı (kapısında bayıldığı desek daha doğru) ve akabinde gene  birtakım saçma sapan entellektüel sohbetlere girdiği (huyu kurusun)  ve kendisiyle evlenmek isteyen ruhsuz, mantık abidesi papaz efendiden kaçarak gene sevdiceği eski patronuna geri dönüyor. Yok yahu bu ikisi de birbirinden manyak, biri entellektüellikten, diğeri ağlamaktan ölecek !

Gördüğümüz gibi  her iki filmin  ortak yönü mürebbiyelerimizin ayrı tür birer ruh hastası olup o derece ruh hastası patronlarıyla evlenmeleri !
Sonlar mutlu bitiyor ve gökten üç elma düşüyor ..Birisi Jane ' nin birisi Hülya' nin başına biri de bizim jenerasyonun başına ... Bizim jenerasyonun başına bir de  GAKT düşüyor , bundan sonraki günlerimizi aşk hayatımızda neyi yanlış yapıyoruz diyerek kişisel yaşam koçlarının kapısında  geçirelim diye....

 

21 Ekim 2013 Pazartesi

Düğün -Dernek, Calgı-Çengi




Bir süredir düğünlere icabet etmek konusunda isteksizim. Bunda  40 yaşınna gelip de halen kendi düğünüme icabet edememiş olmam etkili olabilir. Bunun için bir sonra katılacağım düğünün kendi düğünüm olmasına karar vermiştim. Velev ki büyük konuşmamak lazımmış. Halen kendi düğünüme katılamadığım gibi  aileyi temsilen 2013 yaz düğünlerine katılmaya başladım bile !

Kimsenin evliliğinde ya da saadetinde gözüm yok buna rağmen icabet ettiğim her düğün bende bir 'geç kalmışlık ' hissi uyandırıyor . Bunda kendilerini tebrik ettiğim genç çiftimizin  ' Darısı senin de başına  ABLA' demelerinin katkısını yadsıyamam. Abla ne ya? Daha 1 kere bile evlenememis bir ABLA olarak 6-7 kere evlenen Seda Sayan, Madonna bir de Yeşim Salkım' a çok içerliyorum doğrusu...
Dün gece katıldığım çok sade, çok güzel ve çok sevgi dolu düğünden ve işittigim; 'darısı senin de basıns  lafından sonra içimden 'yiterrr bee ' diye bir nida attim ve de düğünlere  katılmama kararı alarak bu gerçekten kaçamayacagımı idrak ettiğimden olsa gerek  artık  ciddi ciddi evlenmeye karar verdim. Kim derdi ki ' darısı senin de başına abla' cümlesi beni motive edecek ve evlenmeye karar vereceğim, hey gidi hey! Bundan ala mahalle baskısı mı olur?
İlk adım olarak kendimi evleniyor olarak hayal etmem lazımdı ve fakat ortada daha bir aday adayı bile yokken bu nasıl olacaktı? Önce adayı hayal etmek gerekiyordu lakin daha önce bu hayali kurmak konusunda yaptiığım 120 maddelik listeyi hatırlayanlar şu anda bile gülmekten kırılıyorlardır eminim. Her neyse listenin üstüne esmer, bal renkli gözlü, geniş omuzlu bir siluet yapıştırarak bu konuyu şimdilik hallediyorum.
Gittiğim düğünlerde gördüğüm kadarıyla gelin-damat ikilisi olarak   ( bundan sonra kısaca GD olarak adlandırılacaktır.) konukların arasına çıkarken kendimize göre iyi-kötu bir anlamı olan bir çıkış parcası seçmek durumundayız, kimi durumlarda bunu müzikten sorumlu arkadaşlara bırakanlar oluyor ancak o zaman Kutsi'nin       
' benimle evlenir misin' adlı şahane parcasıyla ortalarda arz-i endam etmek gibi bir  risk oldugunu belirtmem gerekiyor. Naçizane bu anlamlı çıkış sarkısı için bestesi ve güftesi Leonard Cohen Efendi'ye ait olan  
 ' Dance me to the end of love' i uygun buluyorum , tabi GD ikilisinden D'ye fikrini soramıyorum şu anda. Haha geçen sene gittiğim bir nikahta çıkış parcası olarak ' Bim bam bom , benim de artık bir sevdiğim var, hırsından çatlasin düşmanlar, artık benim de bir sevdiğim var.' şarkısını kendilerine uygun goren GD ' ye de buradan selam gönderiyorum . İşte bu çıkış parçası  misafirlerin kalplerinde bir duygu fırtınası yaratacak şekilde gümbür gümbür çalarken  GD olarak bizim görevimiz  saadet içinde ortalarda arz-i endam etmektir. Tabi bu benim düğünüm olunca misafirlerin kalbinde olusacak duygu fırtınası : 'ayol geline bak, pisti kimselere bırakmadı seklinde olabilir. Yahut halen bekar olan arkadaslarda  : ' bu bile evlendi ben hala evlenenemedim ' ya da ' güvendiğim son kale de yıkıldı , ben napıcam bundan sonra'şeklinde duygu fırtınaları olusabilir. Ben de geçtim bu yollardan bilirim hahaha. Oh Mondio ! Daha evlenmeden hayalimde ezmeye başladım bekarları, bunca yıllık yoldaşlarımı... Şımardım iki dakkada şu hayal aleminde bak !
Daha sonra GD' ye ozel hazirlanmis her tarafi tullerle kapli  nikah masasi denen ve adina sarkilar yapilmis aslinda masaliktan cikmis o masaya dogru  bir hareketlenme basliyor haliyle. Dort bir yani kusatmis sahitlerle evlenenler gordum. Misal iki kisi evleniyorsunuz ama 12 tane sahidiniz var , bu sahitlerin % 70'i de devlet buyukleri, adamlar o kadar is guc arasinda tesrif etmisler geri mi cevirecegiz hayret yani. Neyse arzuya gore sayilari artan ya da azalan , muhtemel en yakin arkadas veya saygi duyulan aile/devlet buyugu kontenjanindan secilen ortaya karisik sahitlerle herkesin hayatta bir kez yapmayi planladigi ama bunun her zaman gecerli olamadigi o seramoniye dogru gidilir.Bu sahitlik konusunda benim fena yaram var. O kadar arkadasim var biri bile sahidi olmami istemedi, esefle kiniyorum kendilerini ve  daha da gelmem nikahiniza da diyemiyorum isin kotusu .. Bir kisim nikah memurunun ortama nese katmak icin belediye baskaninin ona verdigi yetkiye dayanarak yaptigi kotu esprilere zoraki de olsa gulme zamanidir artik.Bir tek T.C kimlik numarasinin sorulmadigi , nerde dogdun, anan kim, baban kim gibi seri sorularla sersemletilen GD'ye  ozellikle artik taraflar nereliyse ordan buyuk alkis gelir. Memleketimizde hemserilik kavrami altin bir anahtardir ve halen pek cok gizli kapiyi acmaktadir. Ben bu arada muhtemelen D' nin ayagina hangi acidan bassam evde sozumu geciririm onun hesabini yapiyor olacagimdir :) Bu arada rica ederim D 'hayatim boyunca evet '  falan demesin zaten gecmisiz yolun yarisini nereye diyorsun o eveti? Nikah memuruna ' O kabul ediyorsa ben de ediyorum ' demeyi de dusunuyorum ama zaten nikah sonunda yeni evli ciftLERimize  demesinden korktugum icin kafasini karistirmayayim diye de dusunuyorum.Nikah memuruna ciftin zaten cogul oldugunu ciftlerimize derken paralel evrendeki izdusumlerimizi mi kastettigini soramayacagima gore...Evetler denilip , sahitlik yapilip kari-koca ilan edilip nikah defteri genelde geline verildiginde vallahi iste o zaman 'bim bam bom hirsindan catlasin dusmanlar artik benim de bir sevdigim var ' ifadesiyle bakmazsam etrafa ne olayim:)) Fotograflarda da bu bakisi kullaniciim:))
Bu duygu dolu anlardan  sonra ortaya cok katli, imar yasasina aykiri strafor bir pasta gelir. Kimi dugunlerde pastanin orjinali gelirken dugun salonu dugunlerinde strafor pasta gelir.Nedenini anlamakta zorlansam da kesmek amaciyla bir kilic getirilir ve sahte pasta torenle  kesiliyormus gibi yapilip onceden kesilip hazirlanmis olarak tabakta bekleyen pastalari GD caprazlama olarak birbirlerine yedirir.
Vallahi bu kadar ayrintidan bunaldim, hafakanlar basti.Bir de dugunde ne calinacak kim nasil oynayacak kismi var.Gerci ben baskalarinin dugun videolarinda surekli bir sekilde kadrajda ve sanki en cok oynayan kisiymis gibi bir intiba birakiyorum vallahi tesaduf :) bilemem ki kendi dugunumde  ne yaparim? Gencken kendi dugunumde en fazla ben oynayacagim derdim ancak simdi buna enerjim kalmadi , uykum gelmeden su dugunu tamamlayaydim iyiydi :) Gene de kizlarla karadeniz yoresinden ozel bir gosteri yapsak diyorum da o sarsintiya bunye dayanir mi onu bilmiyorum.
Bir de taki toreni var , en sevdigim. Kim kime ne taktiysa hesabi tutulup ( Kusadasi Grubu bu soylediklerimi duymasin) sonra gurbete gitmis bir asik gibi geri donmesi beklenen...Altin bu kadar pahalanmayanda evleneydim iyiydi diye dusunmeden de edemiyorum..Yahu zaten o takilar dugun masrafina gidiyordu galiba. Ufff bunaldim bosver bunlari..Vazgectim ben dugunden mugunden...
Ben en iyisi mi tutayim sevdicegimin elinden kacirayim onu konsoloslukta falan evleneyim , ugrasamam bu kadar detayla...Takilari eve geliince takarsiniz artik :)))

Camia Halleri


Ait olmakla ilgili bir sorunum var sanırım.Kendimi bir türlü bir yere ait hissemedeğimden olsa gerek, nerede konuşlanacak bir camia görsem bir anda  o camianın en ateşli neferi oluveriyorum. Nitekim geçenlerde davetli olarak gittiğim Itri Klasik Müzik Ödül Töreninde bunu tekrar yaşadım.Beyoğlu Belediyesinin Aya İrini’de düzenlediği çok hoş, eksiksiz , noksansız bir geceydi. Dışarıda Aya İrini’yi seyederken,  kokteylde görevli servis elemanlarının yalnız olmamdan dolayı bana gösterdiği ilgiye müteşekkirim.Gecenin en fazla enginar dolması ve yaprak sarması tattırılan kişisi olarak tarihe geçtim sanırım.Seviyorum ben bu Türk Milletini.
Neyse ödül töreni için içeriye geçip rastgele bir yere oturdum.Çevreme baktım,tanıdık hiçbir sima göremedim Fehmi Koru’dan başka.Tabi aşinalık benden ötürü ve tek taraflı idi, kendisinin bana aşina olduğunu sanmıyorum.
Davetlilerin çoğunun politika veya belediye ortamından gelecek bürokrat tipler olacağını düşünmüştüm ancak klasik müzik ödül töreninin camiası da klasik müzik camiası olacaktı tabi ki.Her ne kadar yanımda oturan kadın bana ev hanımı gibi göründüyse de meğersem konservatuarda hocaymış,ben nerden bileyim?Sağımdan solumdan hocam sesleri duyunca kendimi toparladım haliyle.
Bir yandan törenin yapıldığı yerin aslında bir ibadethane olduğunu, zaman zaman burada konserler yapıldığını bizde olsa bir camide mesela böyle bir şey yapılsa nasıl kıyamet kopacağını  düşünmeden de edemedim.
Davudi sesli sunucu meydane gelip de ödül töreni başlayanda ben de merakla sonuclari takip etmeye başladım.Allah’tan klasik müziğe biraz aşinayım , uç aşağı beş yukarı kimin ödül alabileceğini  tahmin edebildim çok şükür.
O gece Kani Karaca’ya Ömür Boyu Başarı Ödülü verildi.Bilmiyordum; meğerse Kani Karaca Klasik Türk Müziğinin ve Dini Müziğin en güzel hatta olağünüstü sesine ve icrasına sahipmiş hatta bir daha onun sesinde birisinin daha gelemeyeceği düşünülüyor.Türkiye’de biz onun kadrini kıymetini bilmesek de yurtdışında uluslararası bir yarışmada yüzyılın en iyi sesi seçilmiş ki bu yarışmada Michael Jackson ancak 3. olabilmiş.Gel de duygulanma , gel de tüylerin diken diken olmasın ve avuçların patlayıncaya kadar alkışlama..Bir yandan da yüreğin burkulmasın bunları bilmediğin ve hatta 40 yaşında öğrendiğin için !
Ödüller birbiri ardına verildikçe ben bambaşka şeyler öğrenmeye devam ettim.Öyle de bereketli bir sıraya oturmuşum ki 2 ödül birden bizim sıradan değerli müzik adamlarına gitti.
Biri Alaturca Records adında, taşplakları günümüz müzik kültürüyle yeniden yorumlamak üzerine kurulmuş bir gruptu.Kendilerini şöyle anlatıyorlar:”Taşplaklardaki o ruhu önce anlamaya çalışmak, ardından o ruhla bugün de musiki yapılabileceğini görmek ve göstermek görevine talip olduk.Bugünün arşivini eskiyi taklit ederek değil, eski ruha bugün bürünerek, olması gerekene en yakın şekilde oluşturmak ve günümüzden geleceğe, gerçekten elle tutulur ve değer ifade edecek bir varlığı ve birikimi aktarmak istiyoruz.” Bunu öğrenmek beni çok gururlandırdı,avuçlarım çatlayıncaya kadar hararetle alkışladım, alkışladım,sanırsın camiaya 20 senemi vermişim o derece duygulandım...
Pan Yayıncılık mesela, 20’den fazla yıldır müzik konusunda yayın yaparak ayakta kalmaya çalışan bir yayınevi,tamamen gönülden, tamamen idealist..Gel de alkışlama , gel de duygulanma !
Yılın Amatör Klasik Müziği Korosu Ödülü Balıkesir’e gitti.Ne güçlüklerle bu topluluğun çalıştığını ve ayakta kaldığını öğrenince daha da duygulandım,tut artık beni tutabilirsen! Alkışlamayı bırak neredeyse ağlayacağım! Regl dönemi öncesi böyle törenlere gitmemek lazım sanırım..Bu koroyu çalıştıran adamcağıza minnet dolu yaşlı gözlerle bakarken biri beni görse herhalde bu camiaya en az 30 yılımı verdiğimi düşünürdü.
En duygulandığım ödül kategorisi ise” Hocaların Hocası “ adı ile anılan çok muhterem Süheyla Altmışdört Hanımefendi’ye verilen Onur Ödülü oldu.Sahneye minicik dev bir kadın çıktı , neredeyse 60 yılını klasik müzik konusunda öğrenci yetiştirmeye adamış bu mütevazi hanımefendinin söyledikleri ise kalbimi fethetti : “ Öğretmek tek taraflı olmadı , ben de öğrencilerimden çok şey öğrendim” . Yok yok bu törenden ağlamamış dönmek bana haramdı sanırım..
Ödül töreninden sonra Cumhurbaşkanlığı Klasik Türk Müziği Korosu Itri’den eserler icra etti.
Kamera keman çalan yakışıklı gençte kilitlenince maçlardaki güzel kızlara kilitlenen kameraman arkadaşlara bir selam gönderdim içimden..
Itri’nin besteleri Farsça , haliyle anlamak kolay değil.Dikkatimi çeken şey aralarda mutlaka Yalelli,yelelelli nağmelerinin kullanılması oldu.Bunun mutlaka bir ismi vardır. Camiadan olmayıp camiadanmış gibi yapmak da bir yere kadar yani.O bir yerde cahilliği  ortaya çıkıyor insanın.
Itri’nin tüm İslam aleminde dillerden düşmeyen salavatlarının seslendirilmesi ise en güzel anlardan biriydi.Naçizane çok etkileniyorum , çok derin , çok ruhani…
Geceden karmaşık hislerle çıkarken böyle bir organizasyonu yaptığı için Beyoğlu Belediye’sini takdir ettim.Benim açımdan ruhani bir ortamda ruhani müziklerle ruhumu beslediğim, öğrendiklerimle daha da büyüdüğüm şanslı bir gece oldu.Umarım insanı manen besleyen böyle organizasyonlar daha çok olur .




14 Nisan 2013 Pazar

Sevmek

Birini sevmek tuhaf bir şey...Canını yaksa da yaptıkları gene de iyi şeyleri hatırlıyor insan..Ya da ben  iyi şeyleri hatırlamaktan yanayım... İnsan sevdigi zaman birini, onun iyiliği için romantik şeyler, romanlarda rastlanan türde hareketler de yapabiliyormuş  bazen... Ancak o romantizm, filmlerde ve kitaplarda tutuyormuş, gerçek hayatta insan dediğimiz varlık çok bilinmezli denklemler gibiymiş, değişken tepkiler gösterebiliyormuş. Hayat  da böyle bir şey değil mi ? Tecrübeler  değil mi yüksek erdemli düşüncelerin şişede durduğu gibi durmadığını gösteren, çarpa çarpa bizi eğiten şey ?
Gidenin ardından böyle bir yazı yazmak zor, hele de  o kişi yakın olduğun birisiyse.. Bir parçan da onunla gidiyor, sanki "son" u çarpıyor bu gidiş yüzüne insanın... Dramatize etmek en son tercihim. İsmi lazım değil bazı köşe yazarları  gibi ağlak ve romantik şeyler de yazmayacağım."dem bu demdir" demişler boşuna değil... Madem geçmişteki "dem" geçmişte kaldı, şimdi geçmişten ders alma zamanı ."zamanı zamanlı yaşa " demişti biri...
O halde zaman gidenlere  huzur dileyip bu "dem'e" dönme zamanı...

4 Aralık 2012 Salı

Ustalara Saygı:Cüneyt Arkın

Ustalara Saygı:Cüneyt Arkın
Küçükken o zamanlar yaşadığımız  kasabada  bir sinema vardı.Arada sırada  kardeşlerimle birlikte giderdik.İlk romantik Necla Nazır-Ferdi Tayfur filmlerini orada izlemiş,Ferdi Tayfur'un sevdiği kadına ulaşmak yolunda çektiği bitmek tükenmek bilmez çilelere  orada  gözyaşı dökmüşümdür. Benden 3 yaş küçük olup  boy pos endam olarak  neredeyse beni geçen erkek kardeşim döktüğüm gözyaşlarıyla çok pis dalga geçtiği için ağladığımı belli etmemek icin gazozuma ilk orada gömülmüş , hemen yine orada ifşa olmuştum.Rüşvet olarak  ona  gazoz ve  çikolata almam birşey değiştirmemişti.Herneyse , birgün bizi ziyarete gelen halam sinemaya gitmemiz için bize harçlık vermişti , biz de ne çıkarsa bahtımıza diyerek  gittik. Bahtımıza "Dünyayı Kurtaran Adam" filmi çıktı.Tabi o zamanlar bu filmin gelecekte kült bir film olup dünya literatürüne geçeceğinden bihaberdik.Saf saf filmi de oldukça ciddiye alarak koltuklarımıza yerleştik. Kısacası "Dünyayı Kurtaran Adam"  filmini vizyondayken  görmüş  nadir insanlardan biri olmuş bulunmaktayım.Sanırım 9 yaşlarındaydım.O zamanlar bizim de kendimize göre bir uzay kültürümüz vardı. Gerek Uzay Yolu-Halkın Yolu dizisi  gerekse dizideki uzay aracı Gallactica (şimdiki adıyla Battlestar Gallactica ) ve Yıldız Savaşları (şimdiki adıyla Çiftlik Savaşları bknz: Hanımın Çiftliği) sayesinde uzay kavramına ve  tuhaf uzay yaratıklarına aşina idim. Hatta o yaştaki  en büyük aşkımın Uzay Yolu dizisindeki Apollo adli şahsiyet olduğu düşünülürse varın siz anlayın aşinalığımın derecesini yani.Aşina olmasına aşina idim ama "Dünyayı Kurtaran Adam" filminde  gördüğüm ortalarda  dolaşıp duran ve ham hum sesler çıkaran beyaz lahanadan meydana gelmiş yaratıklar kadar aşina değildim ,o kadar da değildim yani.Kostüm konusundaki bu yaratıcılığımızı kesinlikle  Hollywood'la paylaşmamız gerekirdi , adamlar onca para döktükleri halde  böyle pratik ve orjinal karakterler oluşturamamışlar yazıktır,günahtır,milli servet kaybıdır .
Filmin tamamını anlatmaya lüzum yok tabi ama bazı şeyler çocuk kafamda epeyce yer etmişti.Mesela uzunca bir süre Cüneyt Arkın'ın   Gallactica Uzay Gemisi ile  neden Hacı Bektaşi Veli'nin türbesini ziyaret ettiği konusu kafamı kurcalamıştı. Tamam anladık Yeşilçam'ın uzay gemisi yapacak ne teknolojisi ne de imkanı vardı , Gallactica'nın görüntüleri kullanıldı ama be adam sen koskoca Gallactica'yı türbe ziyaretine giderken kullan ! .Koskoca uzayda ne alaka dedirten bu durumun sebebini de daha sonradan idrak ettim.Öyle ya biz Türklerin kötü durumlarda ziyaret edip dua edeceği  manevi şahsiyeti Sen Corc ,Sen Filip ,Sen Antonyo veya Papa ikinci Jan Pol olacak degildi , elbette kendi memleketimizin sevilen ve saygı duyulan bir evliyası olacaktı , o kadar  uzay filmi çekiyorsun  elbette uzay aracıyla gidecekti türbeye  arabayla gidecek hali yoktu herhalde !.
Filmdeki  kötü şahsiyet insanları önce öldürüp sonra onlara kan vermek suretiyle beyaz lahana yaratıklarına çevirip kendine asker yapıyordu, işte bu kötü adam dünyayı ve insanları daha o yaşta tanımamı sağlamıştı.Bugün ben ben isem bu film sayesindedir.
Cüneyt Arkın'ın dünyayı kurtarmak adına bu lahanalarla ve maymunumsu birtakım yaratıklarla giriştiği kavga sahneleri iyiydi iyi olmasına da daha sonra  bu dövüşlerin yapıldığı  yerin Kapadokya olduğunu öğrenmek hiç iyi değildi .Dönemin gözde dövüş sporu olan karatenin  uzayda da kendine yer bulması ise ayrı bir inceleme konusu  tabi.En önemlisi de  filmin son sahnesiydi ki bu film bu kadar ünlenmeden dahi zihnimde silinmeyecek bir iz bırakmıştır: Bir sekilde nereden geldiğini hatırlayamadığım bir kılıç  suda eritilmek suretiyle kılıç özellikleri taşıyan bir çift eldivene dönüşmüş  ve final sahnesinde kötü adamla girişilen karate müsabakasında son darbe olarak kafasına indirilerek  adamın kafasını  boylamasına ikiye ayırmıştı ..Erkek kardeşim ve şahsımın bugün neden böye olduğumuzu daha iyi anlıyorum yazdıkça ...Ne diyordum bugün ben ben isem sebebi bu film..yok yok burda olmadı bu ....
Cüneyt Arkın bu filmle çok eleştirildi çok dalga geçildi onunla  , bence   haksız eleştiriler bunlar... Evet 20-30 kişiyi birden hallettiği inanılmaz dövüş sahneleriyle dolu bir çok filmi var ama Allahaşkına   son yıllarda yapılan Charlie'nin Melekleri ,Matrix ve bilumum filmler bunlardan farklı mı? Üstelik onlar herşeyi teknolojiyle yapıyor ya bizim Cüneyt'imiz? Bizim  Cüneyt'imiz bunları manual olarak ve bileğinin gücüyle yapmış bir adam. O yüzden kimse bana Matrix'i  ve Neo'nun sürekli bölünerek üreyen Mr.Smithlerle kavgasını övmesin..Ustamızı bunlarla karşılaştırmasın..Asabımı bozmasın..Uzayda dövüşmüş ve dünyayı kurtarmış bir adam o, biz geceleri rahat rahat uyurken o lahanalarla savaşıyordu  , kadrini bilelim,bilmeyene bildirelim...