27 Ekim 2013 Pazar

Yesilçam Mürebbiyeleri - Holywood Mürebbiyeleri...


                        

Geçenlerde  "mürebbiye" temalı bir Türk filmine rastgeldim. Film, anneleri ölen 7 çocuğuna doğru dürüst bir mürebbiye bulmaya çalışan, acılı, otoriter, yakışıklı, orta yaşlı ve kanımca andropozlu baba Ediz Hun ile ( ki kendisinin bu  çocukları beste yapmak amacıyla biraraya getirdiğine inanıyorum)  duygusallıktan çatlayacak kadar duygusal, gururdan ölecek kadar gururlu, bir o kadar da mağrur, aynı zamanda sayıları do' dan si' ye uzanan bu 7 çocuğu hizaya getirecek kadar becerikli, şefkatli, bunlar yetmezmiş gibi bir de güzel mi güzel  mürebbiye  Hülya Koçyiğit arasındaki aşkı anlatıyor. 

Filmin orjinalinin adı "Sound of Music " , Türkçe'ye "Neşeli Günler" olarak çevrilmiş.

Yerli uyarlamasının adı "Sen Bir Meleksin "

Filmi seyrettikten sonra Jane Eyre'yi yadetmeden geçemedim. Jane Eyre  iyi bir ailenin kızı olmasına rağmen üvey annesi tarafından dışlanmış, yatılı okullarda okumuş, hiç de el bebek gül bebek yetişmemiş, yeri gelmiş okulda öğretmenlerinden dayak da yemiş bir mürebbiye. Buna rağmen evinde calıştığı yakışıklı patronuyla bir entel dantel muhabbetleri var, böyle bir ingilizce laf sokmalar falan birbirlerine, Allah seni inandırsın sevgili okur, bizim de bir parça İngilizcemiz var ama anlamak ne mümkün! Vallahi Türkçe olarak da seyrettim ama bu entelektüel (!) sohbetten hiç bir şey anlamadım! Zaten İngilizler'in bu sözde nezaket dolu, imalı ve dolaylı anlatımlarına ezelden beri gıcığım, kardeşim patron adamsın ne söyleyeceksen doğrudan söyle, dağlardan tepelerden dolaşmaya ne hacet!  Neyse bizim yerli  filmde de ayrı bir tören var;  yakışıklı patron  bir laf etmeye görsün, mürebbiyemiz Hülya'da bir tuhaf haller, bir koşmalar falan, kardeşim kadınla iki çift laf edemiyorsun, mütemadiyen mağrur bir ifadeyle  sağa sola koşuyor;  Hülyaaa  diyecek oluyorsun, aaaa bakıyorsun kadrajdan çıkmış, gururlu gururlu. Sözde eskiden  bestekar olan patronunu tekrar beste yapması için motive etmeye çalışıyor  ama  hep ağlamaklı Nasıl olacak bu işler diye düşünüyor insan.

                                

Oysa Jane Eyre ağlamadan, sızlamadan, kadrajdan çıkmadan, gururundan taviz vermeden, üstelik bir de  patrona nezaketle laf sokarak işini gayet güzel yapabiliyor.

Biz Jane Eyre'yi yadederken Suzan Avcı kıvamında fettan bir sarışın Ediz Hun'a fena halde kancayı takıyor. Genç, güzel, romantik, şefkatli mürebbiyeyi kendisine bir numaralı rakip olarak görüyor, olur olmadık yerlerde kızcağıza laf sokup sıkıştırıyor , ikide bir ekolu ekolu 'fakir, fakir, fakirsin sen nihohahah ' diye bağırıyor. Elin mürebbiyesi entellektüel düzeyde patronuna laf sokarken  bizimki köşelerde eko yapan 'Fakirrr' sesi eşliğinde ağlayıp amaçsızca sağa sola koşuyor. Ağlamayı bırak bir de kadına gidiyorum ben al Ediz'i tepe tepe kullan senin olsun gibisinden  romantik ve gururlu söylemlerde bulunuyor - ki - biz bunu kısaca "GAKT" yani "Gururlu Aşık Kadın Tribi" diye adlandırıyoruz . Zaten Türk filmleri ve bu " GAKT" sendromu yedi bitirdi bir jenerasyonun ömrünü ! Öğrene öğrene ilişkilerde GAK olmayı öğrendik. Elde ne var : Gurur . Aşk nerede ? Dağa kaçtı. 

Dağ nerede ? Yandı bitti kül oldu !!!




                          
                          

Bu eziyet burada da bitmiyor değerli okuyucu ! Bir çok entrikalar ve bir çok açıdan gelen ekolu 'Fakirrr' sesleriyle egosu paralanmış genç mürebbiyemiz evden kaçarak soluğu yetiştiği yatılı okulda alıyor. Çocuklar ise mürebbiyeleri geri gelsin diye okul kapısında yağmur çamur dinlemeden, alarmı takılmış saatler gibi babalarının bestesi olan 'Hülya Abla bir meleksin' adında saçma sapan bir şarkı söylüyorlar. Yağmur ve bu saçma şarkı etkili oluyor ve mürebbiye eve dönüyor. Mürebbiyenin eve dönmesi fettan sarışını çok kızdırıyor ve Ediz'i  terketme kararı alıyor. Evin emektar çalışanlarının bu sarışın fettanlara gıcığı olduğundan kadının valizini dahi çoktan hazırlamış falan oluyorlar. Neyse bu filmdeki şanslıydı, bir başka filmde fettan kadın evden su sıkılıp ıslatılmak suretiyle gönderilmişti. Bu arada Jane Eyre ise  patronunun aklını yitimiş gizemli karısının  evi yakmaya calışmasını engelliyor ve tabi evdeki sırlara vakıf olarak çareyi evi ve aşık olduğu patronunu terketmekte buluyor. Yağmurda kapısına sığındığı (kapısında bayıldığı desek daha doğru) ve akabinde gene  birtakım saçma sapan entellektüel sohbetlere girdiği (huyu kurusun)  ve kendisiyle evlenmek isteyen ruhsuz, mantık abidesi papaz efendiden kaçarak gene sevdiceği eski patronuna geri dönüyor. Yok yahu bu ikisi de birbirinden manyak, biri entellektüellikten, diğeri ağlamaktan ölecek !

Gördüğümüz gibi  her iki filmin  ortak yönü mürebbiyelerimizin ayrı tür birer ruh hastası olup o derece ruh hastası patronlarıyla evlenmeleri !
Sonlar mutlu bitiyor ve gökten üç elma düşüyor ..Birisi Jane ' nin birisi Hülya' nin başına biri de bizim jenerasyonun başına ... Bizim jenerasyonun başına bir de  GAKT düşüyor , bundan sonraki günlerimizi aşk hayatımızda neyi yanlış yapıyoruz diyerek kişisel yaşam koçlarının kapısında  geçirelim diye....

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder