Geçenlerde "mürebbiye" temalı bir Türk
filmine rastgeldim. Film, anneleri ölen 7 çocuğuna doğru dürüst bir mürebbiye
bulmaya çalışan, acılı, otoriter, yakışıklı, orta yaşlı ve kanımca andropozlu
baba Ediz Hun ile ( ki kendisinin bu çocukları beste yapmak amacıyla
biraraya getirdiğine inanıyorum) duygusallıktan çatlayacak kadar
duygusal, gururdan ölecek kadar gururlu, bir o kadar da mağrur, aynı zamanda
sayıları do' dan si' ye uzanan bu 7 çocuğu hizaya getirecek kadar becerikli,
şefkatli, bunlar yetmezmiş gibi bir de güzel mi güzel mürebbiye
Hülya Koçyiğit arasındaki aşkı anlatıyor.
Filmin orjinalinin adı "Sound of Music
" , Türkçe'ye "Neşeli Günler" olarak çevrilmiş.
Yerli uyarlamasının adı "Sen Bir Meleksin "
Filmi seyrettikten sonra Jane Eyre'yi yadetmeden
geçemedim. Jane Eyre iyi bir ailenin kızı olmasına rağmen üvey annesi
tarafından dışlanmış, yatılı okullarda okumuş, hiç de el bebek gül bebek
yetişmemiş, yeri gelmiş okulda öğretmenlerinden dayak da yemiş bir mürebbiye.
Buna rağmen evinde calıştığı yakışıklı patronuyla bir entel dantel muhabbetleri
var, böyle bir ingilizce laf sokmalar falan birbirlerine, Allah seni inandırsın
sevgili okur, bizim de bir parça İngilizcemiz var ama anlamak ne mümkün!
Vallahi Türkçe olarak da seyrettim ama bu entelektüel (!) sohbetten hiç bir şey
anlamadım! Zaten İngilizler'in bu sözde nezaket dolu, imalı ve dolaylı
anlatımlarına ezelden beri gıcığım, kardeşim patron adamsın ne söyleyeceksen
doğrudan söyle, dağlardan tepelerden dolaşmaya ne hacet! Neyse bizim
yerli filmde de ayrı bir tören var; yakışıklı patron bir laf etmeye görsün,
mürebbiyemiz Hülya'da bir tuhaf haller, bir koşmalar falan, kardeşim kadınla
iki çift laf edemiyorsun, mütemadiyen mağrur bir ifadeyle sağa sola
koşuyor; Hülyaaa diyecek oluyorsun, aaaa bakıyorsun kadrajdan çıkmış,
gururlu gururlu. Sözde eskiden bestekar olan patronunu tekrar beste
yapması için motive etmeye çalışıyor ama hep ağlamaklı Nasıl olacak
bu işler diye düşünüyor insan.
Oysa Jane Eyre ağlamadan, sızlamadan, kadrajdan
çıkmadan, gururundan taviz vermeden, üstelik bir de patrona
nezaketle laf sokarak işini gayet güzel yapabiliyor.
Biz Jane Eyre'yi yadederken Suzan Avcı kıvamında
fettan bir sarışın Ediz Hun'a fena halde kancayı takıyor. Genç, güzel,
romantik, şefkatli mürebbiyeyi kendisine bir numaralı rakip olarak görüyor,
olur olmadık yerlerde kızcağıza laf sokup sıkıştırıyor , ikide bir ekolu ekolu
'fakir, fakir, fakirsin sen nihohahah ' diye bağırıyor. Elin mürebbiyesi
entellektüel düzeyde patronuna laf sokarken bizimki köşelerde eko
yapan 'Fakirrr' sesi eşliğinde ağlayıp amaçsızca sağa sola koşuyor. Ağlamayı
bırak bir de kadına gidiyorum ben al Ediz'i tepe tepe kullan senin olsun gibisinden
romantik ve gururlu söylemlerde bulunuyor - ki - biz bunu kısaca
"GAKT" yani "Gururlu Aşık Kadın Tribi" diye adlandırıyoruz
. Zaten Türk filmleri ve bu " GAKT" sendromu yedi bitirdi bir
jenerasyonun ömrünü ! Öğrene öğrene ilişkilerde GAK olmayı öğrendik. Elde ne
var : Gurur . Aşk nerede ? Dağa kaçtı.
Dağ nerede ? Yandı bitti kül oldu !!!
Bu eziyet burada da bitmiyor değerli okuyucu ! Bir çok
entrikalar ve bir çok açıdan gelen ekolu 'Fakirrr' sesleriyle egosu paralanmış
genç mürebbiyemiz evden kaçarak soluğu yetiştiği yatılı okulda alıyor. Çocuklar
ise mürebbiyeleri geri gelsin diye okul kapısında yağmur çamur dinlemeden,
alarmı takılmış saatler gibi babalarının bestesi olan 'Hülya Abla bir meleksin'
adında saçma sapan bir şarkı söylüyorlar. Yağmur ve bu saçma şarkı etkili
oluyor ve mürebbiye eve dönüyor. Mürebbiyenin eve dönmesi fettan sarışını çok
kızdırıyor ve Ediz'i terketme kararı alıyor. Evin emektar çalışanlarının
bu sarışın fettanlara gıcığı olduğundan kadının valizini dahi çoktan hazırlamış
falan oluyorlar. Neyse bu filmdeki şanslıydı, bir başka filmde fettan kadın
evden su sıkılıp ıslatılmak suretiyle gönderilmişti. Bu arada Jane Eyre
ise patronunun aklını yitimiş gizemli karısının evi yakmaya
calışmasını engelliyor ve tabi evdeki sırlara vakıf olarak çareyi evi ve
aşık olduğu patronunu terketmekte buluyor. Yağmurda kapısına sığındığı
(kapısında bayıldığı desek daha doğru) ve akabinde gene birtakım saçma
sapan entellektüel sohbetlere girdiği (huyu kurusun) ve kendisiyle
evlenmek isteyen ruhsuz, mantık abidesi papaz efendiden kaçarak gene sevdiceği
eski patronuna geri dönüyor. Yok yahu bu ikisi de birbirinden manyak, biri
entellektüellikten, diğeri ağlamaktan ölecek !
Gördüğümüz gibi her iki filmin ortak yönü
mürebbiyelerimizin ayrı tür birer ruh hastası olup o derece ruh hastası
patronlarıyla evlenmeleri !
Sonlar mutlu bitiyor ve gökten üç elma düşüyor ..Birisi Jane ' nin birisi
Hülya' nin başına biri de bizim jenerasyonun başına ... Bizim jenerasyonun
başına bir de GAKT düşüyor , bundan sonraki günlerimizi aşk hayatımızda
neyi yanlış yapıyoruz diyerek kişisel yaşam koçlarının kapısında
geçirelim diye....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder